Duygusal Rahatsızlıkların Bazı Türleri ve Bunların Şizofreni ile İlişkisi; Helene Deutsch (Çev.)

Duygusal Rahatsızlıkların Bazı Türleri ve Bunların Şizofreni ile İlişkisi

(Deutsch, H. (1942). Some forms of emotional disturbance and their relationship to schizophrenia. The Psychoanalytic Quarterly, 11, 301–321.)

Helene Deutsch


Çeviren: İbrahim Deniz

-mış gibi (as if) kişilik olarak bilinen kişilik tipini betimleyen ve borderline kişilik üzerine yazılmış ilk önemli makalelerden biridir. (Çev.)


Bu yazıda, birkaç tür duygusal rahatsızlığın psikanalitik gözlemleri sunulmuş olup, bireyin dış dünya ve kendi benliği ile duygusal ilişkisinin zayıf olduğu ya da hiç olmadığı bir dizi vaka bildirilmiştir. Bu dür duygusal rahatsızlıklar çeşitli biçimler alır. Örneğin, bazı vakalarda kişi olağan duygusal bağ ve tepkilerinin eksikliğinden haberdar değildir ancak bu duygusal rahatsızlıkları etrafındaki kişilerce algılanır. Bu rahatsızlıklarını ilk olarak analitik tedavide algılayan kişilerin yanında duygusal kusurlarından şikayet eden ve kendi iç deneyimlerindeki rahatsızlıklarından büyük sıkıntı duyan kişiler de vardır. İkinci türden kişiler arasında, bu rahatsızlık kısa süreli ve geçici olabilir; yalnızca belirli durumlar ve deneyimlerle bağlantılı olarak zaman zaman tekrarlayabilir; veya sürekli ve rahatsız edici bir semptom olarak oluşabilir ve devam edebilir. Buna ek olarak, duygusal rahatsızlık kişiliğin bir parçası olarak algılanabilir veya dış dünyaya yansıtılabilir. Bir vakada hasta, “Ben değiştim. Hiçbir şey hissetmiyorum.” dedi ve ekledi. Her şey bana gerçek değil gibi görünüyor. Başka bir hasta ise dünyanın garip görünmesinden, nesnelerin belirsizliğinden, insanların ve etkinliklerinin tiyatral ve gerçek dışı olmasından yakınmaktaydı. Bireyin kendindeki kusurunun farkında olduğu ve ondan yakındığı bu rahatsızlık biçimleri, ‘“depersonalizasyon’ tablosuna aittir. Bu rahatsızlık birçok yazar tarafından betimlenmiştir. Analitik literatürde özellikle Oberndorf, [1] Schilder, [2] ve Bergler ve Eidelberg’in[3] çalışmalarına atıfta bulunulur.

Bu metindeki psikanalitik gözlemlerin çoğu depersonalizasyon ile yakın bir ilişki içinde olan ancak depersonalizasyondan farklı olarak hastanın kendisi tarafından rahatsızlık olarak algılanmayan durumlarla ilgilidir. Bu özel kişilik türüne ‘-mış gibi’ adını verdim. Bu ismin Vaihinger’in “kurgu sistemi” ve “-mış gibi” felsefesi ile ilgisi olmadığını vurgulamalıyım. Sunmak istediğim kişilik tipi için bu kadar özgün olmayan bir etiket kullanmamın tek nedeni, bu tür yaşam tarzını ve duygulanım sistemini anlamaya yönelik girişimde bulunan her gözlemcinin, kaçınılmaz olarak bu kişilik tipindeki bireyin yaşam ile olan tüm ilişkisinin içtenlikten yoksun olduğu ve yine de tam”-mış” gibi göründüğü izlenimini edinmesidir. Meslekten olmayan bir kişi bile, bu türden bir “-mış gibi-“ hastası ile tanıştıktan sonra er ya da geç sorar: “onun nesi var?” Dışarıdan normal biri gibi görünmektedir. Herhangi bir rahatsızlığa işaret edebilecek herhangi bir şey yoktur, davranışı olağandışı değildir, zihinsel yetenekler zarar görmemiş görünmektedir, duygusal ifadeleri iyi organize edilmiş ve duruma uygundur. Ancak tüm bunlara rağmen, kişi ile arkadaşları arasına soyut ve tanımlanamayan bir şey girer ve her zaman “Sorun ne?” sorusu ortaya çıkar.

Zeki ve tecrübeli erkek bir hastam, hastalarımdan “-mış gibi-“ tipinde bir kadınla sosyal bir toplantıda tanıştı. Sonraki analitik saatinin bir kısmını tanıştığı kadının ne kadar etkileyici, eğlenceli, çekici ve ilginç olduğunu anlatarak geçirdi, ancak bu övgüsü “Ama onda bir sorun var” ifadesi ile bitti. Ne demek istediğini ise açıklayamadı.

Aynı kadının resimlerini, eleştirilmesi ve değerlendirilmesi için bir otoriteye sunduğumda, çizimlerin çok büyük bir yetenek ve beceri gösterdiği söylendi, fakat aynı zamanda eleştirmenin üstesinden gelinebileceğini düşündüğü, içsel bir kısıtlamaya ve ketlenmeye bağladığı rahatsız edici bir şey de vardı. Hastanın çok başarılı olmayan analizinin sonuna doğru, hasta, resim konusunda daha ileri eğitim almak için bu eleştirmenin okuluna kaydoldu ve bir süre sonra öğretmeninin hastamın yetenekleriyle ilgili övgü dolu bir şekilde konuştuğu bir rapor aldım. Birkaç ay sonra daha az coşkulu bir rapor aldım. Evet, kız yetenekliydi, öğretmeni hastamın kendi tekniğini ve sanatsal algı tarzını benimseme hızından etkilenmişti, ama açıkça daha önce hiç karşılaşmadığı soyut bir şey olduğunu kabul etmişti ve alışılmış “Yanlış olan ne?” sorusunu sormuştu. Mektubun devamında kızın oldukça farklı bir öğretim yaklaşımı kullanan başka bir öğretmene gittiğini, çarpıcı bir hızla ve rahatlıkla yeni teori ve tekniğe uyum sağladığını eklemişti.

Bu insanların yarattığı ilk izlenim tam bir normalliktir. Entelektüel olarak sağlam ve yeteneklidirler. Gerek entelektüel gerek duygusal sorunlara büyük bir anlayış geliştirmişlerdir; ancak yaratıcı çalışmalara karşı nadir olmayan dürtülerini devam ettirdikleri zaman, şeklen iyi bir iş ortaya koyarlar ancak yetenekli olsalar bile, yaptıkları her zaman süreksiz ve prototipin en küçük özgünlük izi olmadan tekrarlanmasıdır. Daha yakın gözlemlerde, aynı şey çevre ile olan duygusal ilişkilerinde de görülür. Bu ilişkiler genellikle yoğundur, tüm dostluk, sevgi, sempati ve anlayış izlerini taşır; fakat meslekten olmayan kişiler bile kısa sürede garip bir şey algılar ve cevaplayamadığı bir soruyu gündeme getirir. Analiste açısından, bu ilişkilerin herhangi bir sıcaklıktan yoksun olduğu, tüm duygu ifadelerinin biçimsel olduğu, tüm içsel deneyimin tamamen dışlandığı açıktır. Bu teknik olarak iyi eğitilmiş olan ancak rolünü gerçek yaşamdan gibi gösterebilmek için gerekli kıvılcımdan yoksun bir oyuncunun performansı gibidir.

Bu yüzden tanımlamak istediğim kişinin temel özelliği, yaşamını bütün ve duyarlı bir duygusal kapasiteye sahipmiş gibi göstermesidir. Ona göre kendi boş tarzı ile başkalarının yaşadığı deneyimler arasında hiçbir fark yoktur. Bu noktada, konunun derinliklerine inmeden, bu durumun, genellikle duygulanımlarını aşırı telafi yolu ile gizleyen, bir duvarın arkasına gizlenmiş oldukça farklılaşmış bir duygusal yaşama sahip olan bastırılmış bireylerin soğukluğundan farklı olduğunu ifade etmek istiyorum. Bu durumların birinde yasak dürtüleri farketmeye karşı bir savunma olarak gerçeklikten kaçış varken; diğerinde, anksiyetöz bir düşlemi önlemek için dış gerçeklik arayışı vardır. Psikanaliz, “-mış gibi” bireyde artık bir bastırmanın değil, gerçek bir nesne yatırımı kaybı olduğunu ortaya koyar. Görünürde dünya ile normal ilişki, bir çocuğun taklitçiliğine tekabül etmektedir ve çevre ile özdeşimin ifadesidir; Bu taklidin sonucu nesne yatırımının eksikliğine rağmen dünya ile göstermelik olarak sağlanan iyi bir uyumdur.

Yaşamla böyle bir ilişkinin diğer sonucu ise, kişinin dış dünyadan sinyalleri almaya ve kendini ve davranışını bu sinyallere göre şekillendirmeye yönelmesidir. Bu dış çevreye karşı son derece esnek bir hazır oluşu içeren bütünüyle pasif bir tutumdur. Başkalarının düşündükleri ve hissettikleri ile özdeşleşmesi bu pasif esnekliğin ifadesidir ve kişiyi en üst düzey sadakat ile en aşağı vefasızlık kabiliyetine sahip kılar. Herhangi bir nesne özdeşim için bir köprü görevi görecektir. Başlangıçta “-mış gibi” bireyin aşkı, dostluğu ve bağlılığı partneri için çok faydalı bir şeydir. Eğer bu kişi bir kadınsa, özellikle edilgenliği ve özdeşleşmeye hazır oluşu ile kadınsı adanmışlığın özünü yansıttığı izlenimini yaratır. Ancak kısa bir süre sonra, gerçek sıcaklığın eksikliği duygusal atmosfere, kural olarak erkeğin ilişkiyi kesin bir şekilde bitirmesine neden olan bir boşluk ve donukluk getirir. “mış gibi” bireyin her ilişkisinde gösterdiği yapışkanlığa rağmen, terk edildiğinde ya “mış gibi” aceleci duygulanımsal tepkiler – ki “mış gibi” olduğu için sahtedir- ya da açık bir şekilde duygulanımın olmadığı tepkiler sergiler. İlk fırsatta, eski nesne yenisiyle değiştirilir ve süreç tekrarlanır.

Duygusal yaşamda açık bir şekilde belirgin olan aynı boşluk ve aynı bireysellik eksikliği ahlaki yapı içinde de ortaya çıkar. “mış gibi” bireylerin bütün bir karaktere ve ilkelere sahip olmayan ahlaki değerleri, idealleri ve inançları, kelimenin tam anlamıyla başka bir insanın iyi ya da kötülerinin yansımalarıdır. Kendilerini sosyal, etik ve dini gruplara kolayca bağlayarak, bir gruba bağlı kalarak, iç boşluklarına içerik ve gerçeklik kazandırmak, varlıklarının geçerliliğini özdeşim aracılığıyla sağlamak istemektedirler. Bir felsefeye aşırı hevesli bağlılık, sadece sosyal çevresinin bir kısmının tesadüfi bir şekilde yeniden şekillenmesinin bir sonucu olarak içsel dönüşümün en ufak bir izi olmadan çabucak ve tamamen başka ve zıt bir felsefeyle yer değiştirebilir.

Bu tür hastaların ikinci bir özelliği, daha önce söylenenlerden sonra gayet anlaşılabilir olacak olan etki altına alınabilirlikleridir (İng suggestibility). Özdeşim kapasitesi gibi, bu etki altına alınabilirlikleri de, nesne yatırımının gerekli bir koşul olduğu histeriklerin aksine pasifliğe ve otomat benzeri özdeşimlerine atfedilmelidir. Erotik esarete atfedilen birçok ilk suç eylemi, bu etkilenmeye yönelik pasif bir hazır oluştan kaynaklanmakadır.

“-mış gibi” kişiliğin bir başka özelliği de, saldırgan eğilimlerin neredeyse tamamen pasiflikle maskelenmesi, olumsuz bir iyilik havasına ve kolayca kötülüğe dönüşebilecek olan sevimliliğe sahip olmasıdır.

Bu hastalardan biri olan Avrupa’nın en eski soylu ailelerinden birinin tek çocuğu bir kadın, olağandışı bir atmosferde yetiştirilmişti. Geleneklerin etkisi ve resmi görevler gerekçesiyle, ebeveynler çocuklarının bakım ve eğitimini yabancılara devretmişti. Hasta, haftanın belirli günlerinde “kontrol” için ebeveynlerinin önüne getirilmekteydi. Bu toplantılarda hastanın eğitimsel başarılarının resmi bir kontrolü yapılıyordu ve yeni program ve diğer talimatlar da hastanın öğretmenlerine veriliyordu. Soğuk, törensel bir azledilmenin sonrasında, çocuk kendi yaşam alanına geri dönüyordu. Ebeveynlerinden ne sıcaklık ve şefkat görmüştü ne de ebeveynleri tarafından doğrudan cezalandırılmıştı. Ebeveynlerinden bu simgesel ayrılığı, doğumundan kısa bir süre sonra başlamıştı. Belki de çocuklarına sadece çok az sıcaklık veren anne-babasının davranışlarının en talihsiz bileşeni – ve bu, eğitimin programı tarafından güçlendirilmekteydi – ebeveynlerinin varoluşlarının güçlü bir şekilde vurgulanmasıydı. Hasta, bu duyguları doğrudan ve gerçekçi bir şekilde hissetmeden, ebeveynlerine karşı sevgi, onur ve itaat etme yönünde sıkı bir eğitime tabi tutulmuştu.

Ebeveynlerinin sıcaklığının hissedilmediği böylesine bir atmosferde, çocukta tatmin edici bir duygusal yaşamın gelişmesi çok nadir görülür. Bununla birlikte kişi, çevredeki diğer kişilerin ebeveynlerin yerini almasını bekler. Hastanın durumunda bu, koruyucu ailede yetişen bir çocuğunki gibi olabilirdi. Koruyucu ailede yetiştirilen çocuklarda, kendi ebeveynleriyle olan duygusal ve oidipial bağların, belki daha büyük zorluklarla ancak önemli değişiklikler yapmadan, geliştirdiği yeni ilişkiye yani ebeveyn ikametlerine aktarıldığını keşfettik.

Törensel geleceğe uygun olarak bu hastanın, her zaman hastanın ebeveynlerinin gözünde ilk sırada olmak isteyen ve her biri sürekli olarak hastanın iltimasını kazanmak için uğraşan üç bakıcısı vardı. Dahası bu bakıcılar sık sık değiştirilmekteydiler. Bütün çocukluğu boyunca, onu seven ve ona önemli bir sevgi nesnesi olarak hizmet edebilecek kimse olmadı.

Hasta, kavramsallaştırmayı başarabildiği anda, kendini yoğun bir şekilde ebeveynleri hakkındaki düşlemlerine bıraktı. Ebeveynlerine, sıradan ölümlüler için erişilemez olan ilahi güçler atfetti. Hikâyelerden ve efsanelerden özümsediği her şeyi, ailesiyle ilgili geliştirdiği mitlere aktardı. Bu düşlemlerde sevgiye olan özlem hiç ifade edilmiyordu: tüm düşlemlerin narsisist bir kazancı sağlama amacı vardı.

Gerçek ebeveynlerle yapılan her toplantı ebeveynlerini hayal gücünün kahramanlarından daha da ayırmaktaydı. Böylelikle çocukta, gerçek insanlar ve duygular söz konusu olduğunda boş bir form olarak kalan bir oidipal durumunun düşlemsel bir gölgesi haline gelen bir ebeveyn miti gelişti. Ebeveyn ilişkilerini reddeden gerçeklik, düşlemde narsisistik gerileme yol açmakla kalmayıp, nesne ile libidinal herhangi bir ilişkinin olmayışından dolayı daha fazla ivme kazandı. Bakıcıların ve mürebbiyelerin sık sık değişmesi, bu kişilerin kendilerinin de katı disipline tabi tutularak emirlere uymak zorunda bırakılması dahası çocuğun gerçekliğin taleplerine uyması gibi didaktik bir sonuca ulaşmak çocuğa sahte bir sıcaklık göstermeleri bu olasılığı engelledi. Çocuk temizlik ve katı bir sofra adabı için çok erken eğitildi. Erken çocukluk döneminde ortaya çıkan öfke patlamaları başarıyla kontrol altına alınarak mutlak bir itaat sağladı. Bu disiplin kontrolünün büyük bir kısmı, çocuğun ebeveynlerine hoş görünmek istemesi sayesinde gerçekleşti. Bu yüzden yaptığı her şey mitsel anne ve babanın emir ya da isteklerine atfettiği itaatkar ve münasip eylemlerdi.

Sekiz yaşındayken bir manastır okuluna girdiğinde, analize getirdiği “-mış gibi” tutumuna tamamen oluşmuştu. Yüzeysel olarak, kendi yaşamı ile ortalama manastır öğrencisinin yaşamı arasında bir fark yoktu. Kendi kız grubunu taklit etmek için bir rahibeye geleneksel bir bağ geliştirmişti. Aslında onun için hiçbir gerçek önemi olmayan çok sıcak arkadaşlıklar geliştirmişti. En ufak bir inanç izine sahip olmadan sofuca bir şekilde dini ibadetlerini yapmaktaydı ve sırf arkadaşları gibi olmak için yarı suçluluk duygusunun eşliğinde mastürbasyona eylemine girişti.

Zamanla, ebeveynlerinin miti, yerini alan yeni düşlemler almadan zayıfladı ve kayboldu. Ailesi onun için gerçek kişiler olarak daha netleştikçe ailesinin etkileri azaldı ve onları değersizleştirdi. Narsisistik düşlemler, sadece özdeşim yoluyla katılabildiği gerçek deneyimlere dönüştü.

Analiz, erken dönem eğitiminin içgüdüsel dürtülerin bastırılmasındaki başarısının sadece görünüşte olduğunu ortaya çıkardı. İçinde “eğitilmiş hareket” ile ilgili bir şeyler vardı ve sirk hayvanının performansı gibi, bir eğitmenin varlığına ihtiyaç duyuyordu. Bir içgüdünün reddedilmesi talep edildiyse, hasta buna boyun eğmekteydi, ancak aksine nesne, bir dürtünün tatmini için izin verdiğinde, çok az bir haz eşliğinde olsa da ketlenmeden buna karşılık verebilmekteydi. Eğitiminin tek sonucu dürtülerinin dış dünyayla hiçbir zaman çatışmaya girmemesiydi. Bu bakımdan, içgüdüsel dürtülerinin sadece dış otorite tarafından akut olarak engellendiği gelişim aşamasındaki bir çocuk gibi davranmaktaydı. Böylece hasta, ev ortamına ve erken eğitimine inanılmaz bir tezat oluşturan kötü bir arkadaş grubuna girdi. Kötü barlarda sarhoş oldu, her türlü cinsel sapkınlığa katıldı ve bu yeraltı dünyasında, daha sonra başarılı bir şekilde katılığı pietistik tarikatta, sanat grubunda ya da siyasi harekette olduğu kadar rahat hissetti.

Farkında olmadığından dolayı hiçbir zaman duygulanım eksikliğinden şikayet etmedi. Hastanın ebeveynleri ile olan ilişkisi, onları kendi düşleminin kahramanları yapacak kadar güçlüydü, ancak ruhsallığı hem pozitif hem de negatif anlamda şekillendirebilecek sıcak bir dinamik Oidipal sistem yaratılması için gerekli şartlar eksikti. Ebeveynlerin basitçe orada olması ve düşlem için besin sağlaması yeterli değildir. Çocuk, normal bir duygusal yaşam geliştirmek için ebeveynlerin libidinal faaliyetleriyle belli bir dereceye kadar baştan çıkarılmalı, bir annenin vücudunun sıcaklığını ve sevecen annenin bedensel ihtiyaçlarına özen gösterdiğindeki bilinçdışı baştan çıkarıcı hareketlerini deneyimlemelidir. Babayla oynamalı ve içgüdüsel dürtülerin oidipus sistemin akışına girmesi için babanın erkekliğini hissetmesini sağlayacak yakınlığa sahip olmalıdır.

Bu hastanın miti, Freud’un “aile romantizmi”[4] olarak adlandırdığı düşlem ile bazı benzerlikler taşıyordu; bununla birlikte, bastırılmasına rağmen ebeveynlerle olan libidinal ilişki çok güçlüydü. Gerçek ebeveynleri reddederek, kısmen yasaklı dileklerden kaynaklanan güçlü duygusal çatışmalardan, suçluluk duygusundan vb. kaçınmak mümkündür. Gerçek nesneler bastırılır ancak analiz bunları tüm libidinal yatırımları ile ortaya çıkarır.

Fakat hastamız, ebeveynleri ya da başkaları ile asla sıcak ve duygusal bir ilişki yaşamamıştı. Çocuğun nesne yatırımı yönündeki zayıf denemelerden sonra bir gerileme süreci ile narsisizme geri döndüğü mü yoksa asla sevilmemesinin sonucu olarak gerçek bir nesne ilişkisi kurmayı başaramadığı sorunsalı konumuzla ilgili değildir.

Duygusal yaşamın gelişmesine engel olan aynı eksiklik üstben oluşumunda da etkili olmuştur. Oidipus kompleksinin belirsiz yapısı, bütünleşik ve birleşik bir üstben ortaya çıkarmadan giderek dağılmıştır. Böylesine bir gelişimin ön koşullarında güçlü oidipal nesne yatırımının yattığı düşünülebilir.

Çok erken yaşlarda, üstbenin öncülleri olan ve dış nesnelere büyük ölçüde bağımlı olan bazı iç yasakların mevcut olduğu inkar edilmemelidir. Oidipus kompleksinin çözümünde ebeveynlerle özdeşleşmek bu unsurların bütünleşmesini sağlar. Hastamızınki gibi bunun olmadığı durumlarda, özdeşimler kararsız ve süreksiz halde kalır. Vicdanı oluşturan temsilciler dış dünyada kalır ve içsel ahlakın gelişmesi yerine dışsal nesnelerle sürekli bir özdeşim ortaya çıkar. Hastanın çocukluğundaki eğitimsel etkiler özellikle saldırganlık olmak üzere içgüdüsel yaşamı üzerinde ketleyici bir etki yaratmıştı. Daha sonraki yaşamda, yeterli bir üstbenin eksikliğinde, davranışlarının sorumluluğunu kendisini özdeşleştirdiği dış dünyadaki nesnelere kaydırdı. Hastanın, bir başkasının isteğine teslim olmasında kendini gösteren edilgenliği agresif eğilimlerinin nihai dönüşümü gibi görünmektedir.

Bu zayıf üstben yapısının sonucu olarak, benliği ile üstbenliği arasında çok az temas vardı ve tıpkı itaat ettiği sürece çatışmadan kaçan çocuklarınki gibi tüm çatışmalarını dışsal olarak deneyimlemekteydi. Hem sürekli özdeşim hem de pasif boyun eğiş, hastanın mevcut ortama eksiksiz adaptasyonunun ifadeleridir ve hastanın kişiliğine belirsiz bir nitelik kazandırır. Bu bağlantının gerçeklikle olan bağının değeri sorgulanabilir çünkü özdeşim her zaman sadece çevrenin bir parçası ile gerçekleşir. Çevrenin bu parçası, kalanıyla çatışırsa, doğal olarak hasta da buna dahil olur. Böylece, özdeşimlerindeki değişimle birlikte bu kişiler antisosyal ya da kriminal eylemlere yönelim gösterebilirler ve bu durum gerçekliğe böylesine kısıtlı yoldan uyum sağlayan -mış gibi- kişilikler grubu tarafından kabul edilen bazı anti sosyaller için iyi olabilir.

Bu hastanın analizi gerçek bir çocuksuluk, yani duygusal yaşamın gelişiminin ve karakter oluşumunun belirli bir aşamasında bir takılma olduğunu ortaya koydu. Özellikle olumsuz çevresel etkilere ek olarak, hastanın psikotikler ve psikopatlarla dolu çok eski bir aileden geldiği belirtilmelidir.

Başka bir kadın hastanın akıl hastalığı olan bir babası ve nevrotik bir annesi vardı. Babasını sadece “siyah sakallı bir adam” olarak hatırlamaktaydı. Babasının sürekli senatoryuma gitmesinden, evdeyken ise izole edilmiş bir odada sürekli bir bakıcı ile yaşamasından dolayı oluşan yokluğunu büyüleyici ve harika bir şey olarak açıklamaya çalışmaktaydı. Böylece babasının etrafına bir mit oluşturdu, düşlemde onun yerini daha sonra ‘Kızılderili”‘ olarak adlandırdığı, onun insanüstü biri olmasını sağlayan her türlü deneyimi birlikte yaşadığı gizemli bir adamla değiştirdi. Kızılderili için protatip aldığı kişi, küçük bir kızken, babasının odasına gizemli bir şekilde girerken gördüğü babasının erkek hemşiresiydi. Eğitimi ve yetiştirilmesi bakıcılara bırakılmasına rağmen hasta, son derece anormal olan anneyle kuvvetli bir libidinal bağ kurmayı başarmıştı. Daha sonraki ilişkileri, özellikle eşcinsel doğrultuda bazen daha sıcak libidinal yatırımlar içerse de, bu yatırımlar hiçbir zaman ilişkilerinin “-mış gibi” niteliğini değiştirecek kadar güçlü olmadı. Bu hastada, yeterli bir nesne yatırımı geliştirmedeki başarısızlık, alışılmadık derecede saldırgan bir haset geliştirdiği erkek kardeşinin doğumuyla ilgiliydi. Genital organların karşılaştırılması, küçük kızın vücudunu saatlerce aynada incelemesine neden oldu. Sonrasında bu narsisistik eylem giderek yüceltmeye uğradı. İlk başta, aynadaki çalışmalarını kolaylaştırmak için kil kullanarak vücudunun bazı kısımlarının kalıbını çıkardı. Yıllar boyunca kalıp çıkarma konusunda büyük bir yetenek geliştirdi ve kısa bir süre bir heykeltraşın vesayeti altına girdi. Bu, bilinçdışı olarak bedenini dünyaya tekrar tekrar gösterme düşlemiydi. Daha sonraki yıllarda, yalnızca büyük, çok şehvetli, anaç kadın figürleri yarattı. Bunların çocuklukta erkek kardeşine kaybettiği anneyi yeniden oluşturmaya yönelik zayıf girişimler olduğu ortaya çıktı. Nihayetinde heykeltıraşlığı müzik için bıraktı çünkü öğretmeninin onu yeterince takdir etmekte başarısız olduğuna inanıyordu.

Çocukluğundaki en göze çarpan şey, yıllarca sadece düşlemde değil aynı zamanda eyleme vurarak tamemen özdeşleştiği kardeşinin maymunvari bir taklidiydi. Erkek kardeşin katatonik bir nöbet ile sonuçlanan bariz psikoz göstergeleri ikisi için de felaket olmuştu. Kız kardeş, erkek kardeşinin tüm tuhaf eylemlerini taklit etti ve onunla birlikte bir hayal dünyasında yaşadı. Sadece kısmi nesne yatırımı ve süreç içerisinde kardeşinden ayrılarak daha normal nesnelerle özdeşleşmesi onu hastaneye yatırılmaktan kurtardı. İlk başta onun durumunu psikotik erkek kardeşiyle özdeşleşmenin bir sonucu olarak görme eğilimindeydim; ancak daha sonra, durumunun etiyolojisinin daha derin olduğunu anladım.

Gelişimindeki farklılıklara rağmen bu hastanın paylaştığım ilk hasta ile benzer olduğuna inanıyorum. İkinci vakada, bir hayal kırıklığının, anne ile olan güçlü ilişkiyi paramparça ettiği, babanın gizemli yokluğunun, küçük kızın annesiyle ilişkisi sarsıldığı zaman bir ikame bulmasını imkansız kıldığı ve nesnelerle daha ilerideki ilişkileri özdeşim aşamasında kaldığı görülmektedir. Bu tür bir özdeşim ile erkek kardeşine duyduğu yoğun nefretin önüne geçti ve kardeşi ile özdeşim kurarak saldırganlığını itaatkar bir edilgenliğe dönüştürdü. Başka bir nesne ilişkisi geliştirmedi. Üstbenliği, ilk hastanınki ile aynı kaderi paylaştı. Babanın miti ve annenin çok erken değersizleşmesi üstbenliğin bütünleşmesini engelledi ve hastayı dış dünyadaki insanlara bağımlı bıraktı.

Üçüncü bir hasta, entelektüel ve sanatsal yetenekleri olan otuz beş yaşındaki bir kadındı ve uzun bir serüven serisinden sonra “yorgun” olduğu için analize geldi. Belirli koşulların bir sonucu olarak kısa bir süre sonra, psikanalize olan ilgisinin aslında analiste, özellikle de analistin mesleğine olan ilgisi olduğu ortaya çıktı. Sık sık çocuk psikolojisine ve Freud’un teorisine duyduğu büyük ilgiden söz etmesine ve bu konular ile ilgili birçok okuma yapmasına rağmen, bu konulardaki anlayışı olağanüstü derecede yüzeyseldi ve ilgisi tamamen sahteydi. Daha dikkatli gözlem, bunun sadece entelektüel ilgileri konusunda değil, yaptığı her şey için geçerli olduğunu açıkladı. Yorulmak bilmeksizin aktif olan bu kadında “-mış gibi” hastalarının yalancı duygulanımları ile yakından ilişkili bir fenomeni görmek şaşırtıcıydı. Tüm deneyimleri özdeşimlere dayanıyordu. Ancak, diğer bir hastaların özdeşimleri tek eşli ve bir seferde tek kişiye ya da tek bir gruba uyum sağlarken bu hastanın özdeşimleri bu kadar basit değildi ve davranışlarını tutarsızlaştıran eşzamanlı çok sayıda özdeşime – ya da özdeşimin sembolik temsillerine- sahipti. Aslında onu tanıyanlar tarafından “deli” kabul edilmekteydi. Ancak arkadaşları, görünüşte zengin yaşamının ciddi bir duygulanım eksikliği gösterdiğinin farkında değillerdi. Karakterini değiştirmek, “özellikle sağlam” profesyonel bir kişiliğe sahip biri olarak kendini tanımlamak, hayatında daha fazla huzur ve uyum istediği için bana gelmişti.

Altı ay sonra, analiz alışılmadık derecede başarılı görünüyordu. Hasta kendisi hakkında pek çok şeyi anlamayı öğrendi ve eksantirikliğini kaybetti. Analist olmaya karar verdi ve bu isteği reddedildiğinde bir çöküş yaşadı. Tamamen duygulanım eksikliği yaşıyordu ve şikayet ediyordu. “Çok boşum. Tanrım çok boşum! Hiçbir duygum yok.” Analizden önce, çeşitli arkadaşlıkları ve aşk ilişkilerini bozduğu için ciddi finansal zorluklar yaşadığı ve yakında çalışması gerekeceğini fark etmişti. Bu amaç ile analize gelmişti. Planı analist ile özdeşleşerek analist olmaktı. Bunun imkansız olduğu ortaya çıktığında, aktif ve yetenekli görünen kadın tamamen edilgen bir insana dönüştü. Zaman zaman, çocuksu bir şekilde çok şiddetli bir şekilde ağlıyor ya da öfke patlaması yaşıyordu, kendisini yerlere atıyor, tekme atıyor ve çığlık atıyordu. Zamanla, ilerleyici bir duygulanım eksikliği geliştirdi. Tamamen olumsuz bir tutum takınmaya başladı ve tüm yorumları “Bununla ne demek istediğinizi anlamıyorum” cevabı ile karşılamaktaydı.

Bu hasta gelişiminin iki noktasında şiddetli travma geçirmişti. Babası alkolikti ve hasta sıklıkla babasının annesine uyguladığı zulme tanık olmuştu. Ateşli bir şekilde annesinin tarafını tutuyordu ve sadece yedi yaşında, annesini sefaletinden kurtardığı ve ona beyaz küçük bir kulübe inşa ettiği düşlemleri vardı. Amacını gerçekleştirmek için okulda çok sıkı çalışmakta ve sahip olduğu her kuruşu biriktirmekteydi. Ancak sonrasında annesinin sadece babasının pasif bir kurbanı olmadığını ve uğradığı zulmden zevk aldığını keşfetti. Annesinin değersizleşmesi onu sevgi nesnesinden mahrum etmekle kalmadı bağımsız kişiliğe sahip kadınsı benlik idealinin gelişimini de felç etti. Hayatının geri kalanını, bunların eksikliğini telafi etmek için, “-mış gibi” hastalar gibi bir dizi özdeşim kurarak geçirdi.

Çocukluğundaki ilgi ve şefkatten yoksun kalan hastanın, içgüdüleri çiğ ve ilkel olarak kaldı. Bu içgüdüleri serbest bırakmak ile kontrol altına almak arasında gidip geliyordu. Sıklıkla hipomani izlenimi uyandıran ve pek çok cinsel sapkınlığı içeren fahişe düşlemlerini eyleme vurdu. Bu eyleme vurmaları, bazı muhafazakar kişilerle özleşmesi sayesinde gerisinde bıraktı. Bu özdeşimlerle belirli bir nesneye bağımlı olan bir çeşit yüceltme sağlanmıştı. Bu uğraşılarının ve ilgi alanlarının sürekli olarak değişmesi ile sonuçlandı. Bu türden bir ilişkiyi sürdürdüğü ya da ilkel dürtülerini tatmin etme yönünde kendine izin verdiği sürece, duygulanım eksikliğinden haberdar olmamaktaydı.

Aşağıda betimlenen duygusal rahatsızlık vakaları “-mış gibi” grubu ile benzerlik göstermekte olasına rağmen bazı açılardan da farklılık göstermektedir.

On yedi yaşında, olağandışı entelektüel yetenek yeteneğine sahip bir erkek, belirgin bir eşcinsellik ve bilinçli olan duygu eksikliği nedeniyle analize geldi. Bu duygu eksikliği, her türlü sapkın fanteziyi yarattığı eşcinsel nesnelerini içeriyordu. Obsesyonel tarzda titiz, mütevazı ve güvenilirdi. Eşcinsellik içinde pasif bir konumda oral ve analdı. Analizler materyal açısından oldukça zengindi ancak duygusal bir boşlukta ilerledi. Aktarım rüyalarında ve düşlemlerinde sıklıkla temsil edilirken, asla bilinçli ve duygusal bir deneyim haline gelmedi.

Bir gün ona, benim de katıldığım bir dizi konferansın biletini verdim. Konferans salonuna giderken merdivenlerde ciddi kaygı krizi yaşadı. Böylece kaygısını analizde harekete geçirdi ve analiz ilerlemeye başladı.

Oldukça kültürlü bir çevreden gelmesine, katı ve hırslı bir baba ve hayatını yakışıklı ve yetenekli oğluna adayan bir annenin tek çocuğu olmasına rağmen hasta, duygulanımsal eksiklik yaşamaktaydı. Asla sevgi aramaya ihtiyaç duymadığı bir ortamda büyümesi, sevgi elde etmek için herhangi bir çaba sarf etmeden sevgiye boğulması, sevgi için kendi aktif çabalarını felç etmişti. Çok önemli olmayan birkaç çocukluk kaygısı dışında savunma mekanizması inşa etmek için hiçbir nedeni olmadığı için ilkel içgüdüsel dürtülere takılı kaldı.

Hayran olduğu babasının eğitimsiz ve sınırlı biri olduğunu keşfettiğinde benlik-idealinin değersizleşmesinin travmatik deneyimini yaşadı. Bu farkındalık onu, kendisinin de değersiz olabileceği tehditi ile yüzleştirdi, çünkü babası gibiydi, onun ismini taşıyordu ve annesinin de defalarca vurguladığı gibi ona benziyordu. Etik ve entelektüel taleplerde sert ve katı bir disiplin oluşturarak, babasıyla özdeşleşmiş olan benliğinden daha iyi olmaya çabaladı. Önceki hastaların aksine, bir dizi nesne ile özdeşim kurmadı. İnsanlarla duygusal ilişkiler kurmak yerine, iki özdeşime bölündü: biri sevgili annesi ile diğeri babası ile. Birincisi kadınsı ve cinselleşmiş; ikincisi aşırı telafi edici, katı ve narsisistti.

“mış gibi” hastalarının tersine duygu eksikliğinden şikayet etmekteydi. Duygusal yaşamına sıcaklık verecek olan samimi duygulardan tamamen yoksundu. Kadınlarla herhangi bir ilişkisi yoktu ve erkeklerle olan arkadaşlığı ya tamamen entelektüel ya da çiğ bir şekilde cinseldi. Duyguları, ifade etmesine izin veremeyeceği bir karaktere sahipti. Çok ilkel saldırganlıktan, en yabani ve en çocuksu cinsel dürtülerden oluşan bu duyguları ‘Hiçbir şey hissetmiyorum’ cümlesi ile reddediliyordu. Bir bakıma gerçeği söylemekteydi; gerçekten de, ifadesine izin verilebilecek yüceltilmiş herhangi bir duyguya sahip değildi.

Özdeşime yatkınlık da bu tür duygusal rahatsızlıkların bir özelliğidir. Bu hasta kişiliğini bir dizi özdeşim ile tamamen örtbas etmemiş olsa da, benliğinin en güçlü kısmı olan zekası özgünlükten yoksundu. Bilimsel konularda yazdığı ve söylediği her şey biçimsel bir yetenek göstermekteydi, ancak orijinal bir şey üretmeye çalıştığında, genellikle bir zamanlar belirli bir netlikle kavradığı fikirlerin tekrarı ortaya çıkmaktaydı. Çoklu özdeşime yatkınlık entelektüel düzeyde meydana gelmişti.

Bu grubun bir başka hastası, birçok psikotik kişiye sahip bir aileden gelen, evli ve otuz yaşında bir kadındı ve duygu eksikliğinden şikayet etmekteydi. İyi bir zekaya ve mükemmel gerçeklik testine rağmen, sahte bir varoluşa sahipti ve her zaman sadece çevre tarafından kendisine önerileni yapmaktaydı. Sınırsız sayıda özdeşleşmeye bölünmek için tamamen pasif bir hazır olma durumu dışında hiçbir şey deneyimlemediği ortaya çıktı. Bu durum çocukluğunda psikolojik bir hazırlık yapmadan girdiği bir ameliyat sonrasında aniden başlamıştı. Anesteziden çıktıktan sonra kendisinin gerçek olup olmadığını sormuştu ve ardından bir yıl süren ve sakatlayıcı bir kaygıyı gizleyen pasif bir tesir altına alınabilirlik şeklinde kendisini gösteren depersonalizasyon durumu geliştirdi.

Bütün bu durumlar için ortak olan, hem çeşitli çocuksu özdeşimlerin tek, bütünleşik bir kişilik olarak sentezlenmesinde yaşanan rahatsızlık hem de içgüdüsel yaşantıların tek taraflı, kusurlu ve saf entelektüel yüceltilmesidir. Muhakeme yetenekleri ve entelektüel güçleri mükemmel olabilirken, kişiliklerinin duygusal ve ahlaki kısmında eksiklik vardır.

Bu tür koşulların etiyolojisi ilk olarak, çocuğun kişiliğinin gelişimi için bir model teşkil eden nesnenin değersizleşmesi ile ilgilidir. Bu değersizleşme gerçekte sağlam bir temele sahip olabilir veya örneğin, çocuğun mastürbasyona karşı son mücadelelerini verdiği ve yüceltme için çabalarında desteğe ihtiyaç duyduğu gelişim döneminde ebeveynlerinin cinsel birleşmesinin keşfetmesi ile ortaya çıkan şoka kadar izlenebilir. Ya da yukarıda tarif edilen erkek hastada olduğu gibi, başarılı bir yüceltme, çocuğa benlik ideali için bir model olarak hizmet etmesi gereken nesneyle (bahsedilen vakada hastanın annesi ile ağır bir şekilde cinsel özdeşleşme) olan ilişkinin cinselleşmesiyle ketlenebilir.

Bu tür duygusal rahatsızlıkların bir başka nedeni de, çok az ya da çok fazla sevecenlik gösterilmesinin sonucu olarak, duyguların yüceltilmesi için ortaya konan yetersiz uyarımdır.

Çocuksu kaygı da benzer bir kadere maruz kalabilir. Çok sert veya çok hoşgörülü muamele, savunma mekanizmalarının ekonomik oluşumunda başarısızlığa neden olabilir. Bu durum benliğin kayda değer bir pasiflik geliştirmesine yol açar. Yukarıda betimlenen bir vakada, bir kaygı atağının sadece aktarımı hareketlendirmekle kalmayıp aynı zamanda iyileşme yolunu açtığı hatırlanabilir.

‘-mış gibi’ kişiliklerin, sevgi nesneleriyle özdeşleşme eğiliminin, histerideki özdeşim eğiliminden nasıl farklılaştığı sorusu sorulmalıdır. Histeri ile “-mış gibi” rahatsızlığı arasındaki büyük fark, histeriklerin kendilerini özdeşleştirdiği nesnelere güçlü libidinal yatırım yapmaları gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Histeriğin duygulanımı bastırması onu kaygısından kurtarır ve bu nedenle çatışmayı engellemenin bir yolunu temsil eder. “-mış gibi” hastalarında, duygulanımın gelişimindeki erken bir eksiklik iç çatışmayı azaltır. Bunun sonucu olarak histeriklerden farklı olarak “-mış gibi” hastalarının kişiliği büyük bir erozyona uğrar.

Burada tarif edilen hastaları inceleyen kişi, özellikle bastırma yoluyla duygularını kaybetmiş olan narsisist bireylerde görülen duygulanımın engellenmesi gibi bir şeyle uğraştığımızdan şüphelenebilir. Bununla birlikte, en temel fark, “-mış gibi” kişiliğin, duygusal deneyimi taklit etmeye çalışırken, duygulanımlarını engelleyen bireyin bunu yapmamasıdır. Duygulanımı engelleyen bireylerin analizinde, bir zamanlar geliştirilen nesne ilişkileri ve saldırgan duyguların bastırmaya uğradığı ve bilinçli kişiliği yok etmediği her zaman gösterilebilir. Kişiliğin bastırılmış, duygulanımsal bölümü analiz sırasında yavaş yavaş ortaya çıkar ve bazen duygusal yaşamın gömülü kısmını benlik için ulaşabilir hale getirmek mümkündür.

Örneğin, bir hasta kendisi dört yaşındayken ölen annesinin hatırasını tamamen bastırmıştı ve duygularının büyük bir bölümünün de bu bastırmadan nasibini aldığı açıktı. Çok zayıf ama yine de etkisiz olmayan aktarımınla birlikte, izole olmuş anılar yavaş yavaş ortaya çıktı. Başlangıçta bunlar olumsuz nitelikte ve sevecenliği yadsımaktaydı. Analiz sırasında bu hasta da depersonalizasyon şeklinde başka bir duygusal rahatsızlık gösterdi. Analizden önce kendinden hoşnutluğu hiçbir zaman sarsılmamıştı. Tüm gücü ile kendini aktarıma karşı savundu. Analitik seanslarda, aktarım kendisini gösterdiğinde hasta yabancı hissetmesinden dolayı yakınmaya başlamaktaydı. Depersonalizasyonun, libidinal yatırımdaki bir değişikliğin algılanması ile harekete geçtiği açıktı. Bunun, bastırmadan kurtulan yeni bir libidinal akımdan mı yoksa aktarımla bağlantılı duyguların bastırılmasından mı kaynaklandığı sorusu kaldı. Böylesi bir duygulanım bastırması örneğindeki iç çatışma, “-mış gibi” hastalarının çatışması ile çok az benzerlik gösterir. Benzerlik sadece her ikisinde de görülen duygusal fakirleşmeye dayanmaktadır.

“-mış gibi” hastalarınındaki narsisizm ve nesne ilişkilerinin yoksulluk derecesi, bu rahatsızlığın psikoz ile olan ilişkisini akıllara getirir. Gerçeklik testinin tam olarak sürdürülmesi, bu durumu psikoz anlayışımızdan uzaklaştırmaktadır.

Nesne yatırımının ön aşamasındaki narsisistik özdeşim ve kayıptan sonra nesnenin içe alımı, Freud’un ve Abraham’ın en önemli keşifleri arasındadır. Melankolinin psikolojik yapısı bu süreçte bize klasik bir örnek teşkil eder. Melankolide, özdeşim nesnesi psikolojik olarak içselleştirilmiştir ve tiranik bir üstben, dış dünyadan tamamen bağımsız olarak içe alınan nesneyle olan çatışmaya devam eder. “-mış gibi” hastalarında, nesneler dışarda tutulur ve tüm çatışmalar bunlarla ilişkili olarak eyleme vurulur. Böylece, üstben ile çatışmaktan kaçınılır, çünkü her hareket ve eylemde —mış gibi- benlik, hiçbir zaman içselleştirilmeyen otoriter nesnelerin arzu ve emirleri ile özdeşerek bu nesnelere boyun eğer.

Hem hastalar tarafından verilen kişisel izlenim hem de ailedeki psikotik eğilim, -özellikle analitik olarak gözlemlenen ilk iki vaka-, başından beri, şizofrenik bir süreçten şüphelenilmesine yol açmaktadır. Ağır ruhsal bozuklukların erken çocukluk dönemindeki gelişmelere doğru izinin sürülmesi bana mantıklı geliyor ve burada betimlenen rahatsızlığın şizofrenik bir süreç olup olmadığı konusu ise bence şu an için cevaplanmamalıdır. Şizofreni hastalarına ilişkin gözlemlerim, şizofrenik sürecin sanrı biçimini oluşturmadan önceki aşamadasında -mış gibi” evresinin yaşandığı izlenimini verdi. Yirmi iki yaşındaki şizofrenik bir kız, zaman ve yer yön açısından tutarlı ancak sanrısal fikirlerle dolu katatonik bir saldırıdan sonra tedaviye geldi. Konfüzyonel evrenin başlamasına kadar, neredeyse -mış gibi” hastalarından ayırt edilemez bir yapı ortaya koymuştu. Kendisini özdeşleştirdiği ve her zaman göze çarpan kadınlar olan nesneler ile bağı çok yoğundu. Bu ilişkilerdeki hızla değişimin bir sonucu olarak, ikamet ettiği yeri, çalışmalarını ve ilgi alanlarını neredeyse manik bir biçimde değiştiriyordu. Son özdeşimi onu, yerleşik bir Amerikan aile düzeninden Berlin’deki bir komünist hücre evine götürmüştü. Nesnesinin ani bir firarı Berlin’den kendisini açıkça paranoyak ve giderek şiddetli bir konfüzyonel atak geliştirdiği Paris’e gitmesine neden oldu. Tedavi onu orijinal durumuna geri getirdi, ancak tüm uyarılara rağmen ailesi analizi bitirmeye karar verdi. Hasta, karşı çıkacak kadar duygulanım gösteremedi. Bir gün bir köpek aldı ve bana şimdi her şeyin yoluna gireceğini söyledi; köpeği taklit edecek ve böylece nasıl davranması gerektiğini bilecekti. Özdeşim süreci devam etti, ancak artık insan nesnelerle sınırlı değildi; hayvanlar, cansız nesneler, kavramlar ve semboller içeriyordu ve bu sürece, sanrısal karakterini veren de bu seçiciliğin olmamasıydı. Yeni, sanrısal bir dünyanın inşasını mümkün kılan insan nesnelerle özdeşleşme kapasitesinin kaybıydı.

Başka şizofreni hastası yıllarca, büyük acılar ve işkence içinde annesini aradığı, ancak her zaman annesi gibi görünen ve her biri annesine benzeyen sonsuz bir kadın kalabalığıyla karşı karşıya kalıp hangisinin annesi olduğunu söyleyemediği için asla annesini bulamadığı tekrarlayan bir rüya görmüştü. Bu rüya bana, basmakalıp anne figürlerini heykellerinde tekrarlayan -mış gibi- hastayı hatırlattı.

Freud, çok sayıda özdeşimin benlikte bir bozulmaya neden olmasının sonucu olarak “çoklu kişilik”[5] ten söz eder. Bu, bir piskopatoloji tezahürü ile sonuçlanabilir ya da farklı özdeşimler arasındaki çatışmalar, mutlaka patolojik olarak tanımlanması gerekmeyen bir şekil alabilir. Freud, tamamen içsel bir benlik oluşum sürecini ifade eder ve bu, “dış dünyadaki nesnelerle “-mış gibi-“ özdeşimler için geçerli değildir. Bununla birlikte, aynı psikolojik süreç, “-mış gibi” kişiliğinde de bir durumda “normal” bir çözüm olabilirken, diğerinde az ya da çok patolojik bir çözüm olabilir.

Anna Freud[6], genellikle ergenlik çağında görülen ve “-mış gibi” hastalarında da gözlemlenen yalancı duygulanımsallık (pseudoaffectivity) türüne dikkat çeker. Benlik ideali için örnek teşkil eden birincil nesnelerin değersizleştirilmesinin (ayrıca ergenliğin tipik özelliği) her ikisinde de önemli bir rol oynadığına inanıyorum. Anna Freud, ergenlikteki bu davranış tipinin psikoz şüphesi oluşturduğunu ifade eder. Burada sunduğum yapının ergenlik çalışmalarına da hizmet edeceğine inanıyorum. Bazı zamanlarda bu süreç “normal” sınırlarının içerisinde yer alırken başka zamanlarda patolojik bir durumun tohumlarını taşır. Bu tür, şizofreninin daha sonra gelişip gelişmediğine bakılmaksızın “şizoid” tanımını haklı çıkarır.

Bu yazının başlığında bu duygusal rahatsızlıkların bir “şizofrenik eğilim” anlamına gelip gelmediği veya şizofreninin ilkel belirtilerini oluşturup oluşturmadığına bir gönderme bulunsa da bu durum halen açık değildir. Bu hastalar anormal çarpık kişilikler serisindeki varyantları temsil eder. Yaygın olarak kabul edilen nevroz biçimleri arasında yer almazlar ve psikotik olarak adlandırılmayacak kadar da iyi organizelerdir. Psikanaliz nadiren başarılı olsa da, tedavinin pratik sonuçları, özellikle analistle güçlü bir özdeşim etkin ve yapıcı bir şekilde kullanılabilirse, çok geniş kapsamlı olabilir. Analiz edildikleri sürece, benlik psikolojisi özellikle de duygulanım bozuklukları alanında çok fazla şey öğrenebilir ve belki de hala belirsiz olan “şizoid” sorununa katkıda bulunabilirler.

Psikozların büyük sanrılı formlarında, bilinçdışının derinliklerinden dramatik bir şekilde dönen ilkel ve arkaik dürtüleri görüyoruz. Benlik başarısız olduğundan gerileme meydana gelir. Bundan “benliğin zayıflığı” olarak söz ediyoruz ve bu başarısızlığın nedenlerinin psikolojik, yapısal veya organik olduğunu varsayıyoruz. Psikanaliz, bunlardan birincisini, özellikle bu vakaların ait olduğu pre-psikotik durumların içerisinde araştırır.

  1. ‘Oberndorf, C. P.: Depersonalization in Relation to Erotization of Thought. Int. J. Psa., XV, 1934, pp. 271-295: Genesis of Feeling of Unreality. Int. J. Psa., XVI, 1935, pp. 296-306.

  2. Schilder, P.: Treatment of Depersonalization. Bull. N. Y. Acad. Med., XV. 1939, pp. 258-272.

  3. Bergler, E.. and Eidelberg, L.: Der Mechanismus der Depersonalization. Int. Ztschr. f. Psa., XXI, 1935, pp. 258-285.

  4. Freud “aile romansını”, ortak olarak her biri yaratan kişinin soyu ile ilgili olan düşlemler olarak tanımlar. Aile romansının tipik düşlemi “Ben ebeveynlerimin çocuğu değilim. O zaman kimin çocuğuyum?”dur ve genellikle yanıt “Bu aileye başka bir aileden geldim”dir.

  5. Freud: The Ego and the [d. London: Institute of Psycho-Analysis and Hogarth Press, 1927.

  6. Freud. A.: The Ego and the Mechanisms of Defence. London: Hogarth Press. 1937·