Korku, Suçluluk ve Nefret; Ernest Jones (Çev.)

Korku, Suçluluk ve Nefret

(Fear, Guilt and Hate (1929). International Journal of Psycho-Analysis, 10:383-397)

Ernest Jones

Çeviri: İbrahim Deniz

I

               Herhangi iki duygusal durumun arasında var olan ilişkiyi anlamaya çalışan herkes, bu sorunsalın büyük bir zorluk içerdiğini kabul edecektir. Bununla birlikte, burada öne sürülecek olan hususların, söz konusu karmaşıklıkların doğasını açıklığa kavuşturmaya ve böylece onların arkasında yatan daha temel sorunlara yaklaşımı ilerletmeye bir dereceye kadar katkıda bulunacağını umuyorum. Günlük analitik pratikte ve aslında tüm bilimsel araştırmalarda olduğu gibi, sorunsalı açıkça belirlemek asla kolay ya da önemsiz değildir.

Bu ilişkilerin önce klinik görünümünü değerlendirelim. Çok geçmeden, zorluğun çekirdeği kendisini gösterir. Statik olarak konuşmak gerekirse, biri, bir sonrakine bağlanmış ilginç bir katman şeklinde yapı dizisi vardır ve katmanlar arasındaki bağlantı genellikle bir tepki biçimindedir. Bu, söz konusu duygusal konumların her biri için geçerlidir. Böylece bir duygu, zihin içinde belirli bir seviyede, başkası daha derin bir seviyede, birinci duygu tekrar daha derin bir seviyede vb. bulunabilir. Herhangi iki grup arasında hangisinin birincil olduğunu, hangisinin ikincil olduğunu söylemeyi zorlaştıran da işte bu katmanlaşmadır. Meseleyi daha dinamik bir şekilde ifade etmek gerekirse bu, duygusal durumlar arasındaki kronolojik olarak gelişimsel ilişkileri belirlemeyi zorlaştıran karmaşık etkileşimler dizisidir.

Şimdi bu fikrimi örneklememe izin verin. Hastalıklı bir kaygının eşlik ettiği ya da etmediği herhangi bir korku nevrozundan muzdarip bir hastamız varsa, tecrübelerimizden bu hastada mutlaka suçluluğun da bulunması gerektiğini biliyoruz. Bunu göstermek bazen kolay, bazen de oldukça zordur ancak analizin sürekliliğinin devam etmesi durumunda bu önermenin doğruluğunu kanıtlayacağımızı biliyoruz. Burada korkunun suçluluktan ayrı olarak var olamayacağını savunmuyorum ancak klinik olarak gözlemlenen korkunun yani belirtilerden biri korku olan bir nevrozun arkasında her zaman suçluluğun olduğunu kesinlikle belirtmeliyim. Shakespeare’in uzun zaman önce belirttiği gibi, ‘Böylece vicdan hepimizi bir korkağa dönüştürür’[1]. Ancak mesele o kadar basit değil. Korku kadar kökensel olarak eski olan duygusal bir tepki, insanlar dışında diğer hayvanlarda olduğu şüpheli olan ve kısa bir süre önce edinilen suçluluk gibi bir tepkiye tamamen bağımlı olamaz ya da tamamen bu tepki tarafından oluşturulmuş olamaz. Biyolojik görünümün klinik soruşturmamızın doğruluğunu kontrol etmek için bize nasıl hizmet edebileceğini ve kolayca yoldan sapma olasılığına karşı bizi nasıl uyarabileceğini bir örnek ile gösterdik. Şüphemiz, daha derin bir analitik araştırma ile özellikle de çocukluğun en erken evrelerinde bulduğumuz, suçluluğun, kendisinden daha önceki bir korku durumundan kaynaklandığını gösteren kanıtlar bulmamız ile teyit edilmiştir. Ve bu bağlantıda, suçluluğun olağanüstü derecede derin olabileceğini hatırlamakta fayda var. Bir hasta suçlulukla ilişkili bilinçdışı çatışmalarını, bilinçli korku duygulanımı ile ifade etmekte çok başarılı olmuş olabilir ve yaşadığı zorlukların korkudan başka hiçbir şeyden kaynaklanmadığına emin olabilir. Bazı durumlarda altta yatan suçluluk duygusunun bilinçli olabilmesi için yıllarca sürecek bir analiz gerekebilir. Aslında, bu prosedür, terapötik problemi çözmek için gerekli olmasaydı, analist dinlenebilir ve fobinin kökeninin sorunsalına tamamen cevap bulduğu için -yani suçluluk duygusundan kökenini alması- tatmin olmuş hissedebilirdi.

Benzer bir katmanlaşma, nefret duygusunda da gözlemlenebilir. Bu durum suçluluk için en yaygın örtülerden biridir ve burada işleyiş şeklini anlamak kolaydır. Birine karşı nefret duymak, öbür kişinin zulmünün veya nezaketsizliğinin kişinin acı çekmesinin sebebi olduğunu, nefretin kişiye kendiliğinden empoze edilmediğini veya bir şekilde kendi suçunun olmadığını ima eder. Bu nedenle, bilinçdışı suçluluktan kaynaklanan acının tüm sorumluluğu, yürekten nefret edilen sözde zalim şahsa yer değiştirir. Elbette aktarım durumunda bu mekanizmaya çok aşinayızdır. Arkasında her zaman suçluluk olduğunu biliriz, ancak bana göre daha ileri analizler her zaman, suçluluğun kendisinin, hali hazırda daha derinde ve oldukça bilinçdışı olan, kişinin üst katmanlarından benlik-uyumlu olmayarak çarpıcı bir şekilde farklı olan nefret katmanına bağımlı olduğunu göstermektedir.

Olası üç kombinasyonun sonuncusu olan korku ve nefretin ilişkisinde de aynı şey gözlemlenmelidir. Nefret, özellikle huysuzluğun (ing: ill-temper), sinirliliğin ve kızgınlığın daha hafif biçimleri, altta yatan bir kaygı durumunu örtmek ya da kişiyi kaygı durumuna karşı savunmak için genellikle yeterlidir. Bu, aksi ve asabi bir karakterde olduğu gibi kronik olarak ya da ani bir alarmın panik yerine bir öfke patlaması yarattığı durumlardaki gibi akut olarak oluşabilir. Yine de, altta yatan korkunun, yukarıda bahsedilen aynı benlik uyumlu tipte, daha derin bir nefret tabakası olmadığı sürece, nadiren var olduğunu ya da belki de hiç bir zaman var olmadığını düşünmek için iyi bir nedenimiz var.

Bu nedenle, bu üç durumun hepsinde, birincisi ve üçüncüsü aynı tür duygu içeren üç katmanın varlığını göstermek zor değildir. Üç durumdan birinde korku en derin katmanı oluştururken, diğer ikisinde en derin katmanda nefret vardır. Fakat burada sadece problemimizin başındayız, çünkü gelinen nokta, problemin karmaşık doğasını göstermekten daha fazlasını yapmamakta ve bize nihai kronolojik veya etyolojik ilişkiler hakkında hiçbir şey söylememektedir. Bunun için derin bir analiz gereklidir ve bu sefer bu üç duygusal durumun her birini ayrı ayrı ele almayı daha kolay buluyorum. Nefretle başlayabiliriz, çünkü üçü arasında en az karmaşık olanın o olduğu görülmektedir.

II

             Nefret dürtüsünün çeşitli tezahürlerinin hem kaygıyı hem de suçluluğu nasıl sakladığını gördük öte yandan tüm bu durumlarda, daha derinde bir nefret katmanının bulunduğunu varsaymak için bir neden olduğunu gördük. Daha yüzeysel olanın sonrakinden türetilmesi oldukça muhtemeldir, böyle bir bakış açısıyla bastırılmış olanın engelinden kurtulması olarak tanımlanabilir. Tabii ki, sadece bir engelin aşılması değildir çünkü ikisi arasında, yönlendirildiği amaç, ortaya çıktığı koşullar vb. konularda dikkate değer farklılıklar vardır. Hiç şüphesiz bunlar arasında en önemlisi benlik ile olan ilişkisidir. Yüzeysel, yani bilinçli olarak adlandırdığımız katman, çoğu durumda, en azından deneyimlendiği anda, olağanüstü bir benliğe uyumluluk derecesi elde eder. Yaşamda, kişiye yoğun bir şekilde haklı olduğu hissini verecek, kendini haklı çıkarmanın eşlik ettiği- haklı öfke denilen şeyde zirveye ulaşan- öfke gibi çok az duygu vardır. Tanım olarak bu, daha derin, bilinçsiz nefret katmanından oldukça farklı bir şeydir. Şimdi bu iki katman arasındaki belirli ilişkileri yeniden kurmaya çalışırsak, şu sonuca varırız: Birincil nefret, yalnızca, istekleri, -özellikle de libidinal türde- hayal kırıklığına uğrayan, bebeğin genellikle hiddet (ing:rage) biçimindeki ortaya çıkan içgüdüsel tepkisi olabilir. Bu birincil “reaktif” dürtü, genel olarak libidonun sadistik bileşeni ile klinikte sadizm olarak karşılaştığımız şeyi gerçekleştirmek için birleşir. Bu nedenle, engelleyici nesnenin üstesinden gelmek için iki erotik doyum kaynağı vardır; daha önce engellenmiş asıl olan ve saf sadistik olan. Ancak, daha sonra, bu tatmin suçluluk ile engellenir. İkincil olan bilinçli nefret tepkisi, suçlulukla ya da bunun neden olduğu zayıflıkla başa çıkma çabasıdır. Suçluluğa karşı baş kaldırma yöntemi, dışarıya yansıtmak, yasaklayan yapıyı daha sonra suçluluğun ortaya çıkması ile bağlantılı ilk engelleyici kişi ile özdeşleşen başka bir kişiyle özdeşleştirmektir. Bu anlamda, ikincil nefret katmanından bastırılanın geri dönüşü olarak bahsedebiliriz, ancak bu, diğer kişinin yanlış yaptığı düşleminin yaratılmasına veya bunun gerçekleşmesi için gerçekliğin değişimlenmesiyle katı bir şekilde şartlandırılır.

Suçluluğun, tam da başlangıçta suçluluğu yaratan şey olan nefret ile rahatlatılması ilginçtir ve görünüşe göre de bir paradokstur. Psikolojide, kısas prensibine ve cezanın suça uymasındaki kesinliğine aşinayız. Burada, nedenin etkiyi iyileştirdiği isopatik prensip[2], olarak adlandırılabilecek, çok benzer bir ilke örneğine sahibiz. Eğer nefret suçluluğa neden oluyorsa, o halde sadece daha fazla nefret ya da daha doğrusu ifade edilen nefret suçluluğu ortadan kaldırabilir. Bunun en dikkat çekici örneği, kısmen yanılsama ve kısmen gerçek her nevrotik tarafından kabul gören, sevginin suçluluk için tek çare olduğu, cinsel bir hedefin peşine düşmenin (ve buna izin vermenin) kişiyi çektiği acıdan kurtaracağı düşüncesidir. Bu fikir, basmakalıp şekilde bir laf kalabalığı (“cinsel bir durumda özgür ve onaylanmış hissedersem suçluluk hissetmem”’) ile yoksunluğun veya hayal kırıklığının mutlaka suçluluk anlamına gelmesi gerektiği yönündeki bir yanılsamanın birleşimidir. Bu izopatik prensibin, burada tartışılan temalarla da yakından ilgili bir başka örneğini aktarabilirim. Üstbenin Kökeni ve Yapısı üzerine isimli daha önceki bir makalede, suçluluğun aslen savunmacı yapısı üzerinde durmuş onun tipik olarak hayal kırıklığı şeklinde yorumlanan yoksunluktan kişiliği korumak için oluşturulduğunu ifade etmiştim (Örneğin babanın boyundurluğu altında). Şimdi klinik olarak nevrozlarda ve her zaman aktarım durumunda, bu suçluluğu genel olarak olarak yansıtma perspektifinde dolaylı olarak gözlemliyoruz; suçluluk yaratan kurumun yasaklayıcı, kınayıcı ve engelleyici işlevleri, yani üstbeni, hastanın analisti algılayışında aynalanmaktadır. Bunun ötesinde, eğer kendini cezalandırma eğilimleri çok gelişmişse, hastanın dış dünyayı, yani baba ikamelerini, kendisine ceza vermesi için kışkırttığını keşfetmeyi bekleyebiliriz ve bunun da suçluluk duygusunu azaltmak için yapıldığını görmek kolaydır. Dıştan gelen bir cezalandırmayı kışkırtarak hasta kendini içsel bir cezanın (kendini cezalandırma) ciddiyetinden kurtarır. Yukarıda belirtilen diğer üçlü katmana çok benzeyen bir üçlü katmanla karşılaşmaktayız: ilk dışsal cezanın korkusu (örneğin, baba); daha sonra kişiliği dıştaki kişiden korumak için suçluluk ve kendini cezalandırma, dini kefaret yöntemi; ve son olarak, kişiliği kendi kendini cezalandırma eğilimlerinin şiddetinden korumak için, dışsal cezanın orijinal şeklinin maskelenmiş bir şekilde uyandırılması. Baba, kişiyi babasından kurtaran şeyden kurtarması için çağrılır! Aşı tedavisinde olduğu gibi, hastalık, nedenin bir dozunun uygulanmasıyla tedavi edilir ve tıpkı orada olduğu gibi, tedavinin başarısı, hastalığa neden olan istemli kontrol altında alınan ajanın dozajına bağlıdır.

İlerideki düşüncelerimizde bize yardımcı olacağını umduğum bu gezinin son kısmı bizi, temalarımızın ikincisi olan suçluluğa götürmektedir. Analistler arasında, klinik ve analitik gözlemlerde, değerlendirdiğimiz üç duygulanım arasında suçluluk duygusunun en gizlenmiş duygulanım olduğu yönünde ortak bir kabul olduğunu ummalıyım. Benim deneyimim, insan bilincinin, korkuyu veya nefreti suçluluk duygusundan daha kolay bir şekilde tolere edebildiği yönündedir. Yetersizlik veya genel bir değersizlik hissi, hastaların çoğunun bu doğrultuda erişebileceği en üst düzeydedir ve kişi, eleştiri fikrine aşırı duyarlılıklarından, bu hastalar için yanlış olduklarını kabul etmenin -sadece sözlü olarak değil-, kişiliklerine yönelik korkunç bir tehdit oluşturduğu sonucunu çıkarabilir. Bu tolere edemeyiş, elbette insanlar arasında oldukça fazla miktarda değişiklik göstermektedir ve ben bu değişimin derecesininin dayandığı temel faktörlerden birinin mevcut sadizmin gücü olduğu izlenimini edindim. Bu gözlemimin doğru olduğunu kanıtlarsa[3]– yani, suçluluğu tolere edebilme gücü doğrudan mevcut sadizmin vahşiliğine göre değişmesi – kişi, bunu Melanie Klein’in, üstben oluşumunun kökeninin fallik dönemden ziyade sadistik dönemde olduğu fikrine bağlamakta zorlanmaz. Bu bağlamda, suçluluğun, tamamen tatmin edilemeyen libidonun birincil kaygısı ile başa çıkmanın bir yolu olarak ortaya çıkıp çıkmadığı ya da diğer taraftan, her zaman ve kaçınılmaz olarak nefret dürtüsü ile ilişkili olup olmadığı soruları sorulabilir. Her iki soruyu da olumlu olarak cevaplamaya eğilimli olmalıyım, ancak suçluluğun gelişiminde iki evreyi ayıran önemli bir değişiklikle. Önceki durumda, suçluluktan tam anlamıyla bahsedildiği ifade edilseydi bu gerçekten doğru olmazdı: Suçluluğun “ön-kötülük” (ing: pre-nefarious) aşaması gibi bir ifadeye ihtiyacı vardır. Bu, ket vurma ve vazgeçme (ing: renunciation) süreçlerine yakından benzemelidir; Formül, açık bir şekilde “‘Yapmamalıyım çünkü dayanılmaz” gibi görünmektedir. Böylece birincil kaygıdan kaçınmaya çalışılır, ancak bir nesne ilişkisi kurulmaya başladığında durum daha karmaşık hale gelir. Burada, hayal kırıklığından doğan hiddetle bir araya gelen sadizm, diğer kişiye[4] duyulan sevgi ve kişinin uygulayacağı cezanın korkusuyla çatışır (kastrasyon ve sevilen kişinin sevgisini geri çekmesi) ve tamamen gelişmiş suçluluğun ikinci aşaması oluşur. Buradaki formülü ‘Yapmamalıyım çünkü yanlış ve tehlikeli’ olarak tanımlayabiliriz. Sevgi, korku ve nefret[5] bu amaç için eşit derecede gereklidir, bu yüzden özelliği daha önce dışarıdan yönlendirilen davranışları içsel davranışlar haline getirmek olan üstbenin bu üç duygunun bir bileşiği olarak tanımlanması yanlış olmaz. Daha önce de belirtildiği gibi, suçluluğun kendi kendini cezalandırma işlevinin, bireyi tıpkı dini kefarette olduğu gibi, dışarıdan gelecek olan bir ceza riskinden koruyacağına dair bir şüphe yoktur.

İşte bu noktada, daha nihai sorunların ilkiyle karşılaşıyoruz. Şimdi üçüncü ve son temayı incelemeliyiz: Korku.[6] Şu soruyu sorarak başlayalım: Korku (yaralanma korkusu) her zaman misilleme düşüncesine mi işaret eder, yani her zaman önceki nefret ve hatta suçluluk duygusu anlamına mı gelir? Teorik olarak, böyle olması için iyi bir neden yok gibi görünmektedir ve birçok hayvan göz önüne alındığında (tavşan vb) bu varsayımın inandırıcı olmadığı ortaya çıkar. Bununla birlikte, eğer klinik bulgularımıza uyursak, en azından en erken çocukluk döneminden sonraki her yaşta, bu duygulanımların birini, diğerinin eşliği olmadan asla bulamayacağımızı kabul etmek zorundayız. Böylece korku duygulanımı ile karşılaştığmızda, nefretin ve muhtemelen suçluluğun da varlığını varsaymak zorundayız. Bu belki de, saf yoksunluğun çok hızlı şekilde mahrum edilme ve hayal kırıklığını işaret etmeye başlamasından ve bu nedenle öfke ve nefret uyandırmasından dolayıdır. Yoksunluk katlanılması çok zor olduğunu gösterirse ve korkuya yol açarsa, pratikte hem nefretin hem de suçluluğun da mevcut olduğundan emin olabiliriz. Bununla birlikte, bu klinik gözlem, erken kaygının, sıklıkla zihnin üst katmanlarında göründüğü gibi, nefret veya suçluluk duygusundan sonra ikincil olarak gelen bir duygulanım olduğuna dair bir kanıt değildir. Aksine, özellikle de bebek analizine ilişkin tüm kanıtlar, kaygının bu duygulanımlardan önce geldiğine işaret eder.

Şimdi korku konusunun kendisine gelince, ilk sorun, dışarıdan meydana gelen bir olaya ilişkin dış tehlike korkusu ile belirli bir iç durumun ortaya çıkmasından kaynaklanan bir içsel tehlike korkusu arasındaki farkı ayırt etmektir. Hiç şüphe yok ki, bu ayrıma yeterince önem vermemek geçmişte kaydedilen ilerlemeleri büyük ölçüde engellemiştir. Bu, Freud tarafından Ketlenme,Semptom ve Kaygı ‘da o kadar aydınlatıcı bir şekilde çizildi ki, bu işten bir bölümden alıntı yaparak sadece hafızanızı yenilemem gerekiyor (S. 120):’Der Angst wurden so im spâteren Leben zweierlei Ursprungweisen zugewiesen, die eine ungewollt, automatisch, jedesmal ökonomisch gerechtfertigt, wenn sich eine Gefahrsituation analog j ener der Geburt hergestellt hatte, die andere, vom Ich produzierte, wenn eine solche Situation nur drohte, um zu ihrer Vermeidung aufzufordern. [7]Hastalarımız bazen “korkudan korkmuşluklarına” dair şikayetlerinde bize bilinçli bir ipucu verirler.

Korku veya kaygı tepkisinin doğasını ve işlevini sorgulamadan önce, tehlikenin doğası hakkında emin olalım. Freud (Ketlenme, Semptom ve Kaygı Sf: 126), korku nesnesiyle ilgili çaresizlik ve tamamen anlaşılmaz, belirsizlik ile karakterize duruma “travmatik durum” ismini verir ve bu kişinin hiçbir boşalım gerçekleştirilemediği aşırı uyarım ile başa çıkamadığı duruma denk gelir. Bu açık bir şekilde ilkel durumdur, yine de daha sonraki yaşamda, özellikle de somatik kaygı nevrozunda nüks edebilir. Öte yandan, psikonevrozlardaki tipik korku, travma durumunun olası yaklaşımı karşısında, bu durumdan kaçınılması amacıyla gereken önlemleri almasını sağlamak ve kişiyi uyarmak için benlik tarafından bilerek üretilmiş bir “tehlikeli durum” olarak tanımlamaktadır. Bu ikisi açık bir şekilde geçici olarak sırasıyla iç ve dış tehlikeler olarak adlandırdığımız şeye tekabül etmektedir. Freud, psikonevrozlardaki korkunun her zaman dışarıdan yapılan bir müdahalenin korkusu olduğu, libidinal dürtünün kendi başına değil de, sadece dışarıdan gelecek olan müdahalelere yol açması nedeniyle bir tehlike kaynağı olduğu konusunda ısrar eder. (Ketlenme, Semptom ve Kaygı Sf: 67) Dış tehlikenin kendisini ifade etmesinin iki temel yolu var gibi görünmektedir ve her ikisinin de birincil iç tehlikenin yeniden kurulmasına yol açtığını göreceğiz. Tatmin sağlayabilen her iki nesne de (ör. erkek çocuk durumunda anne) geri çekilir ya da bir ebeveyn (bu durumda baba), tatmin sağlaması için gerekli organı elinden almak ile tehdit eder. Her iki durumda da sonuç aynıdır: eski yoksunluk durumu doğrudan yeniden kurulurken, sonuncusunda yoksun bırakılma yoluyla dolaylı olarak kurulur. Ancak yoksunluk, dışarıya doğru bir boşalımın engellenmesine yol açan dayanılmaz libidinal gerginlik olan asıl travmatik durum için bir başka addır. Böylece, Freud’un ‘Kastrationsangst des Ichs”[8]‘den bahsederken, benliğin erotik memnuniyet elde etme kapasitesini veya şansını kaybetme tehlikesini ima ettiğini söyleyebiliriz. Korku, tatmin elde edemeyen veya elde etmesine izin verilmeyen libido uyarılmasın diye tatmin elde edebilen libidoya müdahale edilmesinin korkusudur: kısaca ifade edersek, benlik uyumlu olmayan libido, libido için tehlike oluşturur. Bu, klinik olarak doğrudan bir çaresizlik korkusu olarak ifade edilebilir, ancak daha ilginç olan, korkunun, kişiliğin kendisinin kaybedilmemesi için en yüce idealleri veya en takdir edilesi zevkleri engellemesidir. Analiz, böyle durumlarda bunların her zaman ensest arzularının kusurlu yüceltmelerini temsil ettiğini, çünkü benliğe ait narsisistik yatırımın çekirdeğini oluşturduğunu göstermektedir. Bu nedenle söz konusu tehlike benliğe veya libidoya eşit derecede iyi tanımlanabilmektedir; kesin olarak konuşursak, benliğin libidoya sahip olması, ister duyusal veya ister yüceltmeli, libidinal tatmin kazanma kapasitesidir.

İşte bu tam olarak ‘aphânisis’ terimini kullanarak tanımlamak istediğim şeydir. Bazı meslektaşlarım, bilinçdışının somut doğası konusunda, özellikle sembolizmle bağlantılı olarak her zaman ısrar eden biri olarak, şimdi içeriğinin bir bölümünü bu şekilde soyut bir Yunan terimiyle betimlemem karşısındaki şaşkınlıklarını dile getirdiler. İki tane gerekçem var. İlk olarak, korkulan şeyin mutlaklığı konusunda ısrar etmeyi gerekli buluyorum ve bu kelimeyi doğru anlamıyla kullanırsak, bu şey kastrasyondan bile daha geniş ve eksiksiz bir şey. Penis, erkekler tarafından bilinçsiz de olsa, diğer erotik bölgelerle yer değiştirilebilmektedir ve penisten büyük ölçüde vazgeçilebilmektedir. Kadınlar da ise penisin önemi neredeyse tamamen ikincil durumdadır. Burada endişe duyduğumuz nihai tehlike, cinselliğin yalnızca erişilemez ve yasak olanlar için değil, aynı zamanda benlik uyumlu olanlar ve bunların yüceltilmeleri için olası tüm biçimlerini ilgilendirmektedir. Birincil travmatik durumu göz önüne aldığımızda tekrar vurgulamamız gereken, bunun cinsel tatmin kapasitesinin doğrudan veya dolaylı olarak tamamen yok edilmesi anlamına geldiğidir. İkinci olarak, çocuğun zihninde bilinçli veya bilinçsiz olarak, asıl olarak hiçbir düşünsel karşılığı olmayan bir durumun entelektüel bir tanımını göstermesi amaçlanmaktadır. Bu nedenle, her zamanki anlamda bilinçdışının analitik yorumundan, oldukça farklı bir şeydir. Örneğin Freud’a göre, Kaygı nevrozunda, herhangi bir spesifik tehlikeye bağlı korku durumundan ziyade, duygusal bir kaygı durumunun bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde otomatik olarak yaratılması vardır. Böyle öyle olsun ya da olmasın -ki bana yeterince muhtemel görünmekte-, herhangi düşüncel süreçlerden önceki bir dönemde- burada doğum durumundan bahsetmiyorum ki bu konu halen çok şüpheli, fakat bundan aylar sonra düşünce öncesi ilkel kaygı olarak adlandırabileceğimiz durumu gözlemleyebildiğimiz erken çocuklukta olabileceğini kabul etmek zorundayız. (Urangst). Ancak durum daha sonra dışsal hale geldiğinde ve kaygı benlik tarafından uyarı amaçlı bir ‘sinyal’ (Freud) olarak yaratıldığında, genellikle belirli bir referansa sahip olan bir düşünsel bir korkudan bahsedebiliriz.

‘Tehlike’ ile ilgili bazı temelleri açıklığa kavuşturduk. Artık korkunun kendisine daha yakından bakabiliriz ve bu bizi birincil ‘travmatik duruma’ getirir. Freud’un başından beri ısrar ettiği gibi, bu erken kaygının, libidinal yoksunluğun basit durumuyla doğrudan bağlantılı olduğu konusunda çok az şüphe vardır. Kişi, bunların “bağlantılı” olduğunu söyleyebilir, ancak ikisi arasındaki ilişkinin kesin doğası, yazıdaki düşünceler arasında karşılaştığımız en temel sorunlardan ikincisini ve psikanaliz alanındaki en büyük belirsizliklerden birini teşkil ediyor. Yıllar boyu, ilkel, otomatik veya nesnesiz kaygı durumunda hala bir şüphesi olsa da Freud’un kendisinin de yakın zamanda vazgeçtiği, bastırılmış libidonun kaygıya dönüşmesine ilişkin formülünün hem psikolojik hem de biyolojik gerekçelerle imkansız olduğu ifade ettim (Ketlenme, Semptom ve Kaygı syf. 41, 88). Bu nedenle soru, korku içgüdüsünün savunma cevabı olarak bilinen biyolojik öneminin yanı sıra, psikonevrozların ’sinyal’ kaygısının tamamen savunmaya dair önemi ile birlikte, ilkel endişe durumunda da aynı çözümü denemeye yol açmasının gerekip gerekmediğidir. Durumun kendisi tanımlanabilir: bu, hiçbir tahliyenin, rahatlamanın ve boşalımın mümkün olmadığı dayanılmaz libidinal gerginlik karşısında çaresizlik; Freud, ‘Unbeffiedigung, des Anwachsens der Bedürfnisspannung, gegen die er ohmmachtig isf[9] (Ketlenme, Semptom ve Kaygı syf.82) ve tehlikenin çekirdeğinin ‘das Anwachsen der Erledigung heischenden Reizgrössen[10]{ Ketlenme, Semptom ve Kaygı) Bundan daha fazla çıkarımda bulunabilir miyiz? Söz konusu gerilim neden dayanılmazdır ve hangi anlamda endişe vericidir? Kaygının açıkça önleyici etkisi, bir şekilde dayanılmaz olanlara karşı bir savunma mıdır, yoksa mekanik konuşmak gerekirse, basit bir şekilde, engellenen aşırı uyarılmanın sonucu mudur? İkisinin de doğru olduğuna inanıyorum. Eğer psikolojinin kız kardeşi olan fizyoloji bilimine danışırsak – ve belki de böyle derin bir düşünce öncesi bölgesi ile uğraştığımız bunu yapmaya hakkımız var – elbette deneysel olarak gösterilebilecek benzer bir durumda uyarımın yorgunlukla sonuçlandığını öğreniriz; aç bir kişi, uzun süre yiyeceklerin bulunamadığı durumlarda aç olmaktan çıkar ve oruç uzmanları, muhtemelen ilk uyarılma aşamasını tolere edebilen ve mide anestezisine diğerlerinden daha iyi ulaşabilen kişilerdir. Bununla birlikte, libido için, bu durum tamamen ortadan kaldırılma ile ve tüm olası erotik işleyişin sonsuza dek gitmesiyle eş değer olacaktır. Belki, ilkel kaygının karşısında bir savunma oluşturulması, yukarıda betimlenen yollarla dışsal bir tehlike durumunun yerini tutan aphanisis durumu ile sonuçlanıyor olabilir.

Soruna ışık tutabilecek iki farklı bakış açısı vardır. Ortaya çıkaran kaygı fenomenini araştırırsak, başka bir yerde ayrıntılı olarak tanımladığım gibi, hem zihinsel hem de fiziksel olanların sırasıyla, ketleme ve aşırı uyarma olmak üzere iki gruba ayrılabileceğini buluruz; azalmış tükürük akışı ile artan idrar akışı arasındaki kontrast bu noktayı göstermeye hizmet edecektir. Bunun bir anlamı olması gerekir. İkinci öneri, aşağıdaki öneri ile desteklenir. İlkel kaygının psikolojik anlamda bir amacı olmasa da, en azından bir işleve sahip olduğunu göstermek mümkün olabileceğine göre, hali hazırda ima edilen düşünce zincirini sürdürmektedir. Benliğin kendisini bulduğu gerçekten çaresiz olan bir durumda, bu durumu hafifletmek için her türlü çabayı göstermesi garip olmazdı. Bu çabaların, yukarıda belirtilen gerçek olayların iki gruba bölünmesi ile örtüşen şekilde iki gruba bölünebileceğini öne sürüyorum. Bu yollar: (1) benliği uyarımdan izole etme girişimleridir; bunlar korku içgüdüsünün kaçış yönlerini temsil eder, başarılı olursa histerik anesteziye benzer bir durum ortaya çıkarır ve Freud’un birincil bastırma (Urverdrangung), terimi ile ifade ettiği şey de bu olmalıdır ve (2) uyarımın kendisi ile daha doğrudan başa çıkma girişimleridir, sınırlı boşalım yollarını oluşturmak ya da daha agresif bir şekilde uyarımın kendisini söndürmek bu yolları oluşturur. Bu gruplardan birincisinin daha fazla açıklamaya ihtiyacı yoktur ama ikincini daha detaylı olarak açıklamak gerekmektedir. Aşırı uyarma fenomenlerinin çoğu, örneğin ruhsal heyecan, polaküri vb. belli ölçüde libidinal boşalım sağlamalıdır ve Freud, felç olma ketlenmesinin dahi mazoşistik anlamda bir boşalım olduğunu ileri sürmüştür (Ketlenme, Semptom ve Kaygı syf. 129, dipnot). Aynı şeyin tüm savunma mekanizma biçimleri için de geçerli olduğu, bu zamana kadar açıkça formüle edilmediğini düşündüğüm durumları hatırlarız. Örneğin Reik ve Alexander, suçluluk duygusunun yalnızca yasaklanmış dürtüleri engelleme etkisine sahip olmadığını; ayrıca, en azından bir ölçüde tatmin yaratabilecek özel bir ceza mekanizması olduğunu göstermiştir. Freud’un açıkça belirttiği gibi, bir savunma biçimi olan gerilemede, daha mütevazi olsa da libidonun erişebildiği seviyelerde bir sızıntı meydana gelmektedir. Özne, suçlulukta ve kendini kastre etmede kadınsı düzlemde erotik olarak işlev görmenin yararını elde eder. Söndürme sürecine gelince, her ketlenmenin özünü, en önemli kısmını nafile ensest arzularının daha yararlı psişik faaliyetlere dönüştürülmesinin oluşturduğu vazgeçişin en erken aşaması olarak görüyorum. Nevroz oluşumunda bunun merkezi önemi, şu anda daha fazla dikkatimizi çekecektir.

Burada ortaya konan anlayış geçerliyse, “travmatik” durumda bebeğin bu kadar dayanılmaz bulduğu, bu kadar çaresiz hissettiği şeyin, libidinal uyarılma, libidinal boşalım kapasitesi ve bu boşalımdan alınan haz açısından kontrolünün kaybı olduğu sonucuna varırız. Durum yatıştırılmazsa, yalnızca geçici aphanisis’in tükenmesi ile bitebilir ki bu aphanisis hiç şüphesiz çocuğa hiç ortadan kalkmayacakmış gibi gelir. Psikanalizde çalışma materyalini oluşturan tüm karmaşık savunma önlemleri, temel olarak bu sondan kaçınmak için çaba göstermektedir. Birincil kaygı -sonraki en az sonraki ‘sinyal’ kaygısı kadar bu savunma önlemlerine aittir. Freud’un yakın zamanda işaret ettiği gibi, bir savunma dizisinde içerisinde yer alan bastırma, kaygının sonuçlarından birisidir.

Ill

               Geriye, korku, suçluluk ve nefret arasında var olan ilişkileri koordine etmek ve yukarıda anlattığım yansımalardan ortaya çıkan genellemeleri formüle etmek kalmaktadır.

Bu üç zihinsel tepkinin her birinin gelişiminde iki aşama ayırt edilebileceğini gözlemledik. Korkuda ilk olarak, dindirilmeyen uyarımın dayanılmaz geriliminden kaynaklanan ilkel aphanisistik korku vardır ve ikinci olarak bu yoksunluk, dışsal bir hayal kırıklığı ile özdeşleştirildiğinde, bu tehlikenin korku “sinyali” ortaya çıkar. Nefrette ilk önce hayal kırıklığından dolayı oluşan öfke, ikinci olarak da nefret itkisinin cinselleşmesinden kaynaklanan sadizm vardır. Suçluluk duygusunda, ilk olarak, ön-kötülük ketlenmesi olarak adlandırdığımız şey vardır. Bunun işlevi erken korku tepkisine yardımcı olmaktır ve aslında bu korku tepkisinden ayırt edilmesi zordur. İkinci olarak, gerçek suçluluk aşamasıdır ve işlevi kişiyi dış tehlikelere karşı korumaktır.

Sadece korku ve suçluluk duygusunun ketlenme olgusunu sergilediği fark edilecektir. Bu ketlenme, arzuları daha ümit vaat eden nesnelere saptırma hedefini üstlenen bir vazgeçişe (ing: renunciation) doğru geliştirildiğinde sonuç tatmin edici olabilir. Belki de bu unsur nefret-sadizm tepkisinde eksik olduğundan ve ayrıca doğası gereği dış tehlikeyi daha fazla kışkırtmaya meyilli olduğu için, bu tepkinin hem sosyal hem de patolojik olarak talihsiz sonuçları vardır. (obsesyon nevrozu, paranoya ve melankoli). Klinik olarak bu, ketlenme ve suçluluğa karşı bir savunma veya karşı çıkış olarak çoğunlukla tek alternatif olarak görünmektedir, ancak bunun tersi de, ketlenme ve suçluluğun, sadizmin tehlikelerine karşı bir savunma olarak birbirlerinin alternatifleri olduğu ortaya çıkabilir.

Tüm gelişmedeki kritik nokta, iç durumun dışsallaştığı ve yoksunluğun hayal kırıklığına eşlik ettiği yerde açıkça görülmektedir. Sadece daha erişilebilir, daha kolay etkilenen ve tatmin rahatlamasını sağlama görevinde istenilen bir yardımcı olması nedenleriyle, bebek durumu kendi çıkarı yönünde değişmiş bulmalıdır, yine de daha sonra eski tehlikelere yeni formlarda karşılaşılacağı doğrudur. Bunlarla başa çıkarken, katı ebeveyn düşlemi önemli ve vazgeçilmez bir rol oynamaktadır. Dış tehlikelerin büyütülmesi, durumun dışsallaştırılmasıyla kazanılan avantajları artırır ve ayrıca üstbenliğin gelişmesiyle, yeni formlarındaki zorluklarla başa çıkmanın yolunu gösterir. Tıpkı, ergenin tepkisinin, çocuksu cinsel evrede olanlar tarafından belirlendiği gibi, dışsal olanların, yani Oidipus’un, düşlem durumunun, önceki içsel durumdan etkilenmesi gerekir. Örneğin, birincil kaygı ne kadar büyükse, katı bir ebeveynin imagoları Oidipus durumunda o kadar çok kullanılacaktır; erken tepkiler ne kadar sadistik olursa, sonraki suçlulukla başa çıkmak o kadar zor olacaktır. Bu nedenle en erken tepkilerin önemine vurgu yapmamız gerekmektedir. Freud’un tüm korkunun nihayetinde anne-babadan korku olduğu, tüm suçluluk duygusunun anne-baba ile ilişkili olduğu ve tüm nefretin anne-babaya duyulan nefret olduğu temel gerçeğini ortaya çıkarması büyük bir esindi. Bununla birlikte bu çok erken tutumların bile ne olursa olsun kendilerini büyük ölçüde etkileyen bir tarih öncesine sahip olmaları gerektiğini görmeye başlıyoruz.

Sonuçların listesini tamamlamak için, bu makalenin başında öne sürülen hususların hatırlanması gerekir. Orada üç farklı -korku, nefret ve suçluluk- tutumları kapsayan çeşitli ikincil savunma katmanlarına dikkat çektim ve savunmaların kendilerinin ‘bastırılmışın geri dönüş’ türü olduğunu vurguladım. Bu üç duygusal tutumun birincil katmanlarının ne kadar derinde olması gerektiğini ve ayrıca her birinin gelişiminde iki aşamanın ayırt edilebileceğini gördük. İkincil katmanların ilişkisi aşağıdaki gibi görünmektedir.Bu birincil tutumların herhangi biri dayanılmaz olabilir ve bu nedenle ikincil savunma reaksiyonları gelişir. Bunlar daha önce belirtildiği gibi diğer tutumların birinden kaynağını alır. Bu nedenle, ikincil bir nefret, korku ya da suçlulukla başa çıkma aracı olarak, ikincil korku tutumu (‘sinyal’ kaygısı) suçluluk ya da nefretle daha doğrusu bunların getirdiği tehlikelerle başa çıkma aracı olarak hatta bazen ikincil suçluluk bile diğer ikisine karşı bir başa çıkma aracı olarak kullanılabilmektedir. Bu ikincil reaksiyonlar bu nedenle gerileyici bir niteliğe sahiptir ve diğer bütün gerilemelerle aynı savunma işlevini yerine getirirler.

Söz konusu üç duygusal tutumla bağlantılı olarak libidonun oynadığı role dikkat etmek önemlidir. Her üç duygulanımsal tutum da cinselleştirilebilir. Korkuda, felç edici ketlenmenin mazoşist yönü ve korku tepkisinin kendisindeki somatik boşalım vardır. Suçluluk da ise ahlaki mazoşizm vardır. Nefrete gelince de sadizmin gelişimini görürüz.

Freud kısa bir süre önce, bir kişi nevroz geliştirirken, diğerinin neden nevroz geliştirmediğine dair basit bir görünen soruya tatmin edici bir cevap verecek durumda olmadığımız gerçeği hakkında yorum yaptı. Bu soruya cevap verebildiğimizde, bu cevabın bebeğin ilkel “travmatik” duruma ve sonuçta ortaya çıkan Oedipus tehlikesine verdiği tepkide yatıyor olacağına inanmaktayım.

Bu çalışmanın temel sonucu, korku, nefret ve suçluluk duygularının her birinin, ilkel duruma karşı tepki olarak ve bu durum ile başa çıkma araçları olarak kabul edilebileceğidir. Temel sorun, durumun kontrolünü kaybetmeden yüksek derecede bir libidinal gerginliğin nasıl sürdürüleceğidir. Eğer bebek, tükenmenin kendiliğinden olan aphanisisin tehlikesiyle karşı karşıya kalmak için çok çaresizse, umutsuz araçlara başvurur ve daha sonra iki olumsuz tepki arasında salınım riskiyle karşı karşıya kalır. Bir yandan, kişi, ketlenmenin yapay apanhisisine çok fazla bağlı olabilir. Böylece arzuların ortadan kaldırılmasının sonucu olarak arzular üzerinde hakimiyet kaybedilecektir. Bu ise rahatsız edici arzular üzerindeki kontrol kaybını beraberinde getirecektir. Öte yandan kişi daha kolay yol olan korku, nefret ve suçluluk savunucu tepkilerin aşırı derece kullanılmasıyla, sonu nevroza gidecek olan yolu takip edebilir. Muhtemelen, bu iki yol arasında salındığını değil de, ilk yolun birincil olduğunu ve ikinci yolun ancak ilk yol başarısız olduğunda benimsenmeye zorlandığını söylemek daha doğru olacaktır. Bu, şiddetli nevrozlar için karakteristik olan ve nevrotiklerin gösterdiği ılımlılık korkusunda kendisini gösteren “ya hep ya hiç” tepkisinin önemini açıklar. Bir arzuyu kontrol etmek, gerektiğinde onu bekletmek için makul görünen tek nedeni suçluluk duygusu olduğunu kabul etmek nevrotik bir duruma işaret eder. İlk başta kurtuluşunu aradığı şey, en büyük tehlikesi haline gelmiştir.

Burada sunulan düşünce dizisi doğru ise, terapötik uygulamadaki problemlere de önemli etkisi olacaktır. Terapötik analizin en zor amacı, ilk olarak suçluluk tepkisi, daha sonra bunun altında yatan nefret ve korku için toleransı arttırmaktır ve karşılaştığımız en büyük engel ise hastanın ketleyici savunma eğilimini kontrol etme olasılığına olan güven eksikliğidir. Bir dürtünün doyumunu sınırlamak için ahlaki sebeplerden başka bir şeyler olduğunu fark ettiğinde savaş yarı yarıya kazanılmıştır; Bu kısıtlama kapasitesinin, her zaman varsaydığı tehlike durumu değil de, tam tersine, kendisine aradığı şeyleri -kişiliğini ve bilhassa libidinal gücünü güvence altına almak, ayrıca kelimenin tam anlamıyla öz kontrolünü sağlamak- kazandıracak olan tek şey olduğunu tamamen fark ettiğinde ise bu savaş tamamen kazanılmış olacaktır. Sadece o zaman hem kendi doğasındaki hem de dış dünyadaki gerçeklikle yeterince başa çıkabilecektir.


  1. Türkiye İş Bankası’nca yayınlanan Sabahattin Eyyüpoğlu’nun Hamlet çevirisinde “conscience” kelimesi bilinç olarak çevrilmiş. Jones’un korkunun, suçlulukla ilişkisi bağlamında üstbenliksel ögesine gönderme yapmasından dolayı vicdan olarak çevirmeyi daha uygun buldum.
  2. İsopati prensibi (İng:Isopathic principle): Kişinin semptomuna neden olan şeyin bir şekilde ifade bulması ile semptomun ortadan kalkması. (Çev.)
  3. Freud, obsesif nevrozlarda benzer bir bağlantıya işaret etti (Ketlenme, Semptom ve Kaygı, Syf. 50)
  4. Suçluluğun, basitçe nefret edilen bir nesneyle ilişkili olarak ortaya çıkması bana olası gelmiyor: çifdeğerlilik suçluluğun temel bir şartıdır.
  5. ‘Masum’ kelimesinin ‘zarar vermemeyi’ işaret etmesi ilginçtir.
  6. Bu yazıda ‘korku’ kelimesini, duruma uygun bir tepki olan biyolojik uyanıklık hissini değil de, klinik endişe ve kaygı hissini tanımlamak için kullanmam daha anlaşılır bir anlatım sağlayacaktır.
  7. Böylece, daha sonraki yaşamdaki kaygının kökenini iki türde açıkladık. Bunlardan biri istemsiz, otomatik ve her zaman ekonomik gerekçelerle dayanır ve doğumdaki duruma benzer bir tehlike durumu ortaya çıktığında ortaya çıkmaktadır. Diğeri, böyle bir durum ortaya çıkma tehlikesi olduğu anda benlik tarafından kaçınmak için üretilir. İkinci durumda, benlik kendisini bir tür aşılama olarak kaygıya maruz bırakır, hastalığın tüm gücünden kaçmak için hastalığın hafif bir saldırısına kendisini maruz bırakır. Bir bakıma, sıkıntı veren deneyimi sadece bir işaretle, bir sinayalle kısıtlama amacı ile tehlikeli durumu canlı bir şekilde tasavvur etmektedir.(Çev)
  8. Benliğin kastrasyon kaygısı. (Çev.)
  9. Tatminsizlik, ihtiyaç nedeniyle büyüyen gerilim, çaresiz olana karşı (Çev.)
  10. Atılması gereken uyarma miktarlarının birikimi. (Çev)